22 Aralık 2012 Cumartesi

İlhan Mansız: Türk futbolunun kursağında kalan golcü*



             Evet, kursağımızda kalmıştır İlhan Mansız… Fizik kapasitesi, şut özelliği, gol vuruşları, mücadeleci yapısı, hırsı, isyankarlığı, saldırganlığı, kuvveti… Tam anlamıyla total bir golcü, bir forvet tipiydi… “Şövalye ruhlu, Son Mohikan, Türkiye’nin George Best’i” diyor onun için İbrahim Altınsay… Sanıldığından da çok çok az izledik aslında onu. Samsunspor’daki son sezona ve Beşiktaş’taki 2 buçuk yıla sığdırdık bu özel golcüyü. Şaşırabiliriz, ama evet, sadece 2 buçuk sene oynadı çocukluk hayallerini süslediği takımda… Unutulmaz Senegal maçı, daha ilk sezonunda Beşiktaş’taki gol krallığı, 100. yıl şampiyonluğu, Gençlerbirliği kupa maçındaki hat-trick’i, kanlar içinde kaldığı Chelsea maçı, Roberto Carlos’u afallatan çalımı aklımıza geliverir hemen… Bir yanıyla Beşiktaş’a attığı golden sonra sevinmeyecek kadar romantik, bir yanıyla da yenilgiyi asla kabullenmeyen öfkesiyle asi bir savaşçı… Sakatlıkları, popülerliği, yakışıklılığı, her fırsatta gündeme taşınan özel hayatı… Japonya transferi ve başlayan düşüş… Vissel Kobe’deki birkaç maçın ardından Hertha Berlin ve Ankaragücü’ndeki ümitsiz çabalar… Ve futbola sessiz sedasız veda… Ardından dizi oyunculuğu, buz pateni, dans yarışmaları ve yorumculuk… 


Aktif futbolculuğun ardından, dizi oyunculuğu, buz pateni, yarışmalar, yorumculuk vs. Herkesin merak ettiği bir soru ile başlayalım; İlhan Mansız’ın kariyer planlaması nedir?

Benim bir kariyer planlamam yok! Sonuçta kendime koyduğum bir hedefim, hayalim var. Onun için çalışıyorum. Onun yanı sıra gelen projeleri, teklifleri hedefimi engellemediği sürece değerlendiriyorum. Hayalim de, hedefim de 2014 Kış Olimpiyat Oyunları’na katılmak.

Peki, bu yöndeki buz pateni çalışmaları nasıl gidiyor?

Çalışmalar iyi gidiyor. Yaklaşık 2 aydır Almanya’da yeni bir hocayla çalışıyoruz. Haftada 5 – 6 gün, günde de 4 – 5 saat antrenman yapıyorum. Bunun yanında yardımcı olabilecek ‘Yok Böyle Dans’ projesinde yer aldım. Günde 2 saati aşkın bir süre de dans çalışmalarım vardı. Yani günün çoğunu idman yaparak geçiriyorum.



Daha önce yaptığın pek çok söyleşide futbolun içinde olmayı düşündüğünü söylemiştin, değişti mi düşüncen?

Futbolun içinde olmak şöyle ki, teknik direktör olarak düşünmüyorum. Daha çok aktif olarak oynamayı isterdim, hep futbol oynamayı istedim sadece. Sakatlıklar bunu erken bitirdi ki sakatlanmasam da belli süresi var zaten, eninde sonunda bırakmak zorunda kalıyorsunuz. Ama şu an hala üst seviyede spor yapabilecek durumdayım. Öyle olduğunu düşündüğüm için de kendime 2014 Kış Olimpiyatları hedefini koydum. O anlamda da aslında aktif sporculuk hayatımı sürdürüyorum.



Biraz önceye gidelim. Seninle ilgili bir yazıda “İlhan Mansız akşam güneşi gibiydi, ömrü kısa gölgesi uzundu!” benzetmesi yapılmıştı. Geçmişe baktığında, özellikle sakatlıklar kariyerini belirledi. Bu kadar sakatlanmasaydın nerede olurdun sana göre?

Kendimi nasıl değerlendiriyorum. Sakatlanmasaydım keşke bu kadar diyorum. Ama sakatlanmasıydım ne olurdu bilmiyorum. Böyle bir fikre sahip değilim. Sakatlanmışım artık, bunu değiştiremiyorum. İleriye bakıyorum bu yüzden, ben geçmişe takılmıyorum hiçbir zaman. Hayatı geçmişte yaşamıyorum. Tabii ki geçmişte yapılan yanlışı – doğrusu her şeyiyle insan kendini sorgulamalı, ders almalı. Çünkü başka türlü kendinizi geliştiremezsiniz. O yüzden, geçmişimle ilgili fikir üretebiliriz ama sakatlanmasaydım şu noktaya gelirdim demek bana saçma geliyor. Sonuçta değiştiremeyeceğim şeyler için enerji harcamak gereksiz.

Sakatlıkların çok konuşuldu, özellikle tedavi süreçleri… Pişmanlıkların, hataların var mı?

Sakatlıklar konusunda bir pişmanlığım, bir hatam olmadı hiç. Ben hiçbir zaman düzensiz bir hayat yaşamadım. Ama Türkiye’de bazı saçmalıklar da asla bitmiyor. Aradan neredeyse 10 sene geçmiş ve hala gündeme hep bu konular geliyor. Artık dayanamıyorum özellikle medyanın bu tavrına (sinirleniyor).

Ama sakatlıklardan erken, tam iyileşmeden dönme Türkiye’de çok sık olan bir şey.

Öyle bir şey olmadı. Eklem sakatlanmalarında çok büyük bir sorun yok. Ben 19 yaşında sol dizimden menüsküs ameliyatı oldum, 2 hafta sonra idmanlara döndüm ve o dizimden daha sonra bir problem yaşamadım. Yani bu ne demek, yapılan ameliyat ve tedavi başarılı. 2002’de İstanbul’da ameliyat oldum, 3 hafta sonra sahalara dönmeye çalıştım, ama olmadı. Tekrar Almanya’ya gittim ameliyat oldum. Evet, bu benim için başarısız bir ameliyat oldu. Bunun yaşam şekliyle ilgisi yok. Ama açık açık söyleyebilirim, tek pişmanlığım şudur: İstanbul’da ameliyat olmasaydım keşke, evet tek pişmanlığım budur, Türk doktorlarına güvenmem benim en büyük pişmanlığım, benim hatam buydu.



1999 – 2004 arasındaki yıllarda müthiş bir İlhan Mansız vardı. Yıldızının tam anlamıyla parladığı yıllardı. Özellikle Beşiktaş ile senin aranda çok büyük bir kenetlenme oldu. Ve etkin de çok büyük oldu. Beşiktaşlılar hala seni ve senin gibi bir forveti arıyor. Beşiktaş ile ilgili neler söylersin?

Ya tabii ki çocukluğumdan beri ben Beşiktaşlıydım. 9 yaşında ilk defa Türkiye’ye geldim ve 4 sene burada yaşadım. O yüzden Beşiktaş tutkum yurt dışında yaşayan hemşehrilerime göre biraz daha fazla tabii. Çünkü Beşiktaş’a ve Türkiye’ye daha yakındım. Ve tabii bir gün tuttuğunuz takımda oynayabilmek bir hayal. Benim çocukluğumdan beri hayalim profesyonel bir futbolcu olmaktı. Bunu gerçekleştirmek tabii çok güzel bir duygu, bir de tuttuğunuz takımda bunu yapmak apayrı bir mutluluk. Ama burada şöyle bir durum var. Mesela Bülent Korkmaz… O tüm kariyerini Galatasaray’da geçirdi, uzun yıllar Galatasaray’a hizmet etti. Onun gibi olabilmek bence çok önemli. Çünkü benim Beşiktaş’taki kariyerim sadece 2,5 sene sürdü. Bence Bülent Korkmaz gibi altyapıdan gelip bu kariyeri yapan futbolculara daha iyi sahip çıkmak gerekiyor, hak ettiği değeri vermek lazım bence. Hayatını bir kulüpte geçirenlere kıymet verilmedikten sonra bu ülkede, benim gibi sadece 2,5 senesi geçirmiş futbolcuya değer verilmemesi gayet normal.



Tabii o yıllara döndüğümüzde, ya da İlhan Mansız dediğimizde herkesin ilk aklına gelen 2002 Dünya Kupası ve Senegal maçı oluyor…

Tabii ki kariyerimin en flaş dönemlerini yaşadım o zaman. İstanbul’a 26 yaşımda geldim. Takım olarak çok başarılı olamadık ve ligi 3. bitirdik. Ama ben oynadığım ilk sezonda 21 gol attım, Arif Erdem ile birlikte gol kralı oldum. Bunun neticesinde Japonya  ve Güney Kore’nin ortak düzenlediği Dünya Kupası’na gittim. Orada her ne kadar az forma şansı bulsam da attığım gollerle bir iz bıraktım.

Peki, bu müthiş parlak bir dönemden sonra ani bir kararla Japonya’ya transferi oldun. Pek beklenen bir şey değildi bu… Doğru muydu bu sence?

Doğrusu yanlışı yok bunun. Sonuçta kulüp sizin kalmanızı istemiyorsa ve diğer kulüple anlaşmışsa sizin yapacak bir şeyiniz kalmaz. Ya sorun çıkartacaksınız, ya da gideceksiniz başka şansınız yok. Sonuçta 28 yaşında bir futbolcunun Avrupa hayali varken, Şampiyonlar Ligi’nde oynama hayali varken Japonya’ya tabii ki kariyer açısından gitmez. Ama sonuçta kulüp o dönem Japon kulüple anlaşmıştı ve bana da gitmek kaldı.


Futbolun ardından buz pateni senin için bir tutkuya mı dönüştü?

Aslında bu tutkuya dönüşmedi. Bu sadece dışarıdan bakınca imkansız gibi görüneni başarmak, elde etme hedefi. Sonuçta daha önce hayatında hiç buzun üstüne çıkmamış birine bu spor adına en üst turnuvaya katılabilme hedefini koyabilmesi büyük bir cesaret. Bunda tabii ki mantık da var, çünkü belli bir sürecimiz var bu projeyi gerçekleştirebilmek için. Kısıtlı bir zamanımız var. Bu zaman içerisinde belli aşamaları kaydedersek başarılı oluruz. Bu aşamaları istediğimiz zamanda geçemezsek zaten bu projeyi zamanı geldiğinde bırakmak gerekiyor. Fakat şu an için her şey planladığımız düzende gidiyor. Yaklaşık 2,5 senemiz daha var. Bir sakatlık olmazsa ve istediğimiz aşamaları, planladığımız zamanda geçersek önümüzdeki senenin sonunda yarışmalara başlayabilecek duruma gelmemiz gerekiyor.

Son olarak, çok önemli bir popüler figürsün, medyada bir yıldızsın… Futbolculuğundan bu yana her yaptığın takip edildi, doğrusuyla yanlışıyla haber oldu… Bu seni yordu mu, yıprattı mı?

Beni yormadı, fakat belli alanlarda çoğu zaman üzdü. Şu anlamda üzdü: Yapmış olduğum röportajlarımın çoğu başka yerle çekilmeye çalışıldı, başka türlü gösterilmeye çalışıldı. İnsanlar da tabii ki medyadan takip ettikleri gibi bizi hayal ettikleri için olumlu ve ya olumsuz etkiler bırakıyor. O anlamda medyadaki arkadaşların bunu göz önünde bulundurmaları gerekiyor çünkü ellerinde gerçekten çok büyük bir güç var. Ama ben kendimi çok iyi bildiğim için bir sorun yok, fakat medyada yapılan olumsuz haberler ailemi, beni tanıyan insanları etkileyebilir ya da sevenlerimi olumsuz etkileyebilir. O anlamda benim derdim şirin gözükmek de değil. Benim derdim sadece verdiğim mesajı doğru algılayabilmekte. Ya ben doğru mesajı veremiyorum, ya da medya benim vermek istediğim mesajı alamıyor. Benim sorunum orada... 

Türk Futbolunda yeni bir yıldız doğuyor: Soner Aydoğdu*


           Süper Lig’in bu sezon sunduğu en önemli yıldız adaylarından biri kuşkusuz Gençlerbirliği’nin genç orta saha oyuncusu Soner Aydoğdu… Transferde adı büyük takımlarla anılıyor, yakın zamanda oralarda görürsek de şaşırmamak gerekiyor. 91 doğumlu olan Soner, Gençlerbirliği futbol akademisinin başarılı ürünlerinden biri. Abdullah Avcı tarafından A Milli takıma da çağırılan Soner, çeşitli kategorilerde 60’dan fazla kez milli takım formasını giydi. Oyun zekası, sol ayağı, gittikçe artan devamlılık, tempo ve mücadele gücü, çift yönlü oyun yapısı Soner’i sadece Türkiye’nin değil Avrupa’nın önemli orta saha oyuncularından biri haline getirebilecek başlıca özellikleri… Belki de göze çarpan en önemli (belki de tek) temel eksiği, kendisinin de farkında olduğu, fizik gücü ki o da hızla gelişiyor. 


2011-2012 sezonu bitti. Öncelikle sezonun genel bir değerlendirmesini yapar mısın, nasıl bir sezon oldu sizin için?

Bizim açımızdan iyi bir sezon geçirdiğimizi düşünüyorum. Çünkü sezona başladığımızda kamuoyunda bizim için hep kötü konuşuldu. Biz onların yüzünü kara çıkardık, gerçekten iyi bir sezon geçirdik. Dördüncülüğü kovaladık son ana kadar hep beşincilik, altıncılıkta olduk. Play – off’a kalmak istedik, son maçta bir puan daha alsak katılacaktık ama kısmet değilmiş. Ben iyi bir sezon geçirdiğimizi düşünüyorum. Çok genç bir kadroyla başladık Lig’e. Herkes bu genç kadroyu görünce ister istemez tecrübesiz diye çok fazla şans vermedi. Ama genç takım olarak biz çok iyi oynadık ve buraya kadar getirdik. Bence bu durumda genç takım olmanın faydası oldu. Haftada iki maç oynamıştık ve o da işimize geldi diye düşünüyorum. Bundan da yararlandık ve buraya kadar geldik. Genç bir takım olarak iyi işler başardığımızı düşünüyorum.

Kendi performansını nasıl değerlendiriyorsun?

Kendi performansım açısından da baktığımızda, şans verildiği an en iyi şekilde oynamaya çalıştım. Sahada elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım ve bunu da başardığımı düşünüyorum. Hocam şans verdiği sürece terimin son damlasına kadar koşup mücadele etmek için uğraştım.



Bu performansın da sonunda A Milli takıma da yükseldin…

Evet, bu sezon A Milli takıma gittim. Abdullah hocanın gelmesiyle, yeni teknik değişimle beraber, takımda her şey değişti. Sağ olsun Abdullah hoca da çağırdı bizi, ben de A Milli formayı giymiş oldum. Bu da benim açımdan gerçekten çok mutluluk ve gurur verici bir şeydi. Bu yaşta A Milli takım formasını giymek... Orada kalıcı olmak istiyorum öncelikle. Sonuçta A Milli takım forması kutsal bir şey. Onu en iyi şekilde taşıyıp, orada kalmak istiyorum.

Bir sene daha sözleşmen var, kendi kariyer planlaman nasıl, hedeflerin neler? Büyükler mi, Avrupa mı?

Ben alt yapıdan başladım ve 10 yıldır Gençlerbirliği’ndeyim. İlk hedefim Gençlerbirliği A takımında forma bulmak, kalıcı olmaktı ve bunu da başardım. Hala sözleşmem devam ediyor, Gençlerbirliği futbolcusuyum ve öncelik her zaman kulübümündür. Her genç futbolcuda İstanbul’da büyük takımlarda oynamak, Avrupa’ya gitmek hedefi de vardır… Benim de hedeflerim var tabii ki… Özellikle Avrupa’da oynamayı çok istiyorum. 17 – 18 yaşlarımda İngiltere ligi çok ön plandaydı, Arsenal çok ilgimi çekiyordu, orada oynamak istiyordum. Hala öyle ilgi, sempati Arsenal’e karşı besliyorum ama şu anda daha çok İspanya ilgimi çekiyor. Kendi oyun stilime orayı yakın gördüğüm için İspanya’yı hedef olarak koydum kendi kafamda…

Kendi oyun stilini, tarzını nasıl görüyorsun?

Öncelikle şunu söyleyeyim; ben bu sene çok farklı oynadım. Daha önceleri forvet arkası oynadım, ofansif oynadım. Ama bu sene daha çok defansif oynadım. Bana hep söylerler, “defansif yönün gelişirse daha iyi olur” diye. Ben bunu bu sene geliştirdiğimi düşünüyorum. Bu sene hep defansın önünde oynadım, normalde forvetin hemen arkasında oynuyorum. Defansın hemen önünde oynayıp defansif gücümü geliştirdiğimi düşünüyorum. Bunun da bana çok büyük bir katkısı olduğunu biliyorum.



Emre Belözoğlu da böyleydi önde oynuyordu ama daha sonra Avrupa’nın önemli göbek – orta saha adamlarından oldu. Emre ya da özellikle Nuri Şahin’in tarzına benzetiyorlar mı seni?

Bizim Yasin Öztekin Dortmund’dan geldi. Nuru Şahin ile beraber oynadı. Gelir gelmez söyledi,  “stilin Nuri’ye benziyor” diye. A Milli takıma gittiğimde de orada oynadım Nuri abiyle, maçtan sonra kendisi de söyledi ona benzediğimi. Tabii Nuri Şahin çok büyük bir topçu, nerede olduğunu biliyorum ve ona benzetilmek de güzel.

Forvet arkasında mı, yoksa iki yönlü gidip gelen, tempolu orta saha oyuncusu olarak mı görüyorsun kendini?

İlerleyen zamanlarda forvet arkası gibi oynayan çok futbolcunun kalmayacağını düşünüyorum. Bu yüzden iki yönlü oyun tarzımı geliştiriyorum, çünkü futbolda iki yönlü oynamak her zaman ön planda olacak. Dediğim gibi önceden forvet arkası oynadığım için bu sene defans yönümün iyi olduğunu düşünüyorum, onu da geliştirmiş oldum. İki yönlü bir futbolcu oldum diye düşünüyorum...

Sen kendi eksi ve artılarını nasıl değerlendiriyorsun?

Bir tek fizik gücümü artırdığım zaman bence eksiğim kalmayacak diye düşünüyorum. Fizik gücümü biraz daha geliştirdiğim zaman gerçekten eksiğim olmayacak. Artılarım da; sol ayağım gerçekten iyi... (gülüyor) Etrafımdakiler de öyle söylüyor… Duran toplarda iyiyim, araya atılan toplarda iyiyim, oyuna liderlik yapıp yönlendirmede iyiyim, takıma pas yaptırma konusunda iyiyim… O yüzden dediğim gibi, fizik gücümü geliştirdiğim zaman çok daha iyi olacak.



Örnek aldığın ya da beğendiğin futbolcular kimler?

Hep stilimi benzettiğim futbolcuları izledim ben… Özellikle altyapıdayken Alex’i çok izledim, idmanlardan önce internetten görüntülerini izlerdim, maçlarını hep takip ederdim. Alex’i çok izlemişimdir bir de tabii Sergen Yalçın’ı çok izledim. Kendimi ona benzetiyorum. Nuri Şahin olsun, Mesut Özil olsun hep o tarz oyuncuları izledim, onlardan çok şey öğrendim ama dediğim gibi en fazla Alex ve Sergen Yalçın’ı izledim.

Dünya futbolunu takip ediyor musun?

Özellikle İspanya ligini takip ediyorum, gerçekten bambaşka bir lig. Barcelona, Real Madrid gerçekten çok büyük kulüpler ve onları izlemek çok büyük bir keyif veriyor. Onları takip ediyorum, İngiltere’yi takip ediyorum, Türkiye’yi sürekli izliyorum zaten…

Biraz da kendinden bahseder misin?

Ben 2002 yılında Gençlerbirliği altyapısına geldim. Ondan önce hiçbir kulüpte deneyimim olmadı, doğrudan Gençlerbirliği altyapısında başladım futbola. Gençlerbirliği çok büyük bir camia ve burada özellikle altyapıya çok önem veriliyor. Altyapıdaki hocalarıma buradan teşekkür etmek isterim; Necati hoca olsun, Veysi hoca olsun gerçekten her zaman yanımda oldular, destekçimdi iki hocam. Gençlerbirliği altyapısında futboldan önce adamlığı öğretiyorlar. İyi bir insan olmak her şeyden önce geliyor Gençlerbirliği’nde. İyi ki böyle bir kulüpteyim, iyi ki bu kulüpte yetişmişim.

Futbol dışında neler yapıyorsun?

Futbol dışında çok fazla gezmeyi sevmem, idmandan sonra çok fazla dışarı çıkmam. Sinemaya gitmeyi severim. Sözlüm var, üç yıldır beraberiz, onunla sinemaya gideriz, yemek yeriz onun dışında çok fazla gezdiğim görülmemiştir. Zaten idmanlar çok yoğun, idmanın üzerine gezmek de çok yorucu oluyor. Tabii play station, pes vazgeçilmezimiz hatta kampta odaya kurdurmuştuk.

Ankara’da doğup büyüdün. Ankara’yı seviyor musun?

Ankara’yı çok seviyorum. Ankara’da doğup büyüyen başka şehirden zevk alamaz. Çok seviyorum gerçekten Ankara’yı. Ankara’nın bana göre tek eksiği deniz, bir de denizi olsaymış çok iyi olurmuş. Ben burada doğup büyüdüm, ailem burada, arkadaşlarım burada, çevrem burada... Ola ki başka bir şehre transfer olduğumda illa ki biraz zorlanırım, özlerim… Ama bu da bizim işimiz, profesyonel olduğumuzdan zaman zaman şehir değiştireceğiz, mecburen alışacağız buna…

*Ankara Plus Dergisi Mayıs 2012 Sayısında yayımlandı

Futbolun ötesinde bir rekabet: Barcelona – Real Madrid*



           Barcelona Futbol Kulübü sporun ötesinde anlamlar taşır Katalanlar için; simgedir, muhalif olmaktır, başkaldırıdır Barça...
Barcelona’nın Katalonya için ne ifade ettiği, en iyi şekilde zıddıyla birlikte ele alındığında anlaşılır; yani El Clasico’ya bakarak…   
Bir yanda Kralın ve Franco'nun takımı olarak anılan Real Madrid, diğer yanda Katalonya milli takımı olarak görülen muhalif Barcelona...
Dünya futbolunun en büyük mücadalelerinden biri olarak "El Clasico", bir futbol maçının çok ötesinde... 
Siyasi temelleri fazlasıyla barındıran bir derbidir Barcelona - Real Madrid maçı...

Més que un club, yani "bir kulüpten daha fazlası"...

Böyle yazıyor Barcelona'nın Nou Camp Stadyumu tribünlerinde...
Katalonya sokaklarının duvarlarında en sık rastlanan "Katalonya İspanya değildir!" sloganının özellikle El Clasico’larda Nou Camp'ın tribünlerinden hiç eksik olmaması da aynı sebeptendir: Barça ve özellikle Real Madrid - Barcelona rekabeti Katalanlar için futbolun çok ötesinde anlamlar taşır...


İspanya iç savaşında temelleri atılmış, ikinci dünya savaşının ardından pekişmiş, Franco rejimiyle doruğa ulaşmış ve tansiyonu hiç düşmeyen bir rekabetten söz ediyoruz...
Franco’nun takımı, Kralın takımı olarak görülen Real Madrid gücü simgelerken, Barcelona muhalefet ve başkaldırının simgesi oldu hep…

İspanya iç savaşı yıllarında Barcelona Başkanı Josep Sunyol'un General Franco'nun askerleri tarafından öldürülmesi, Real - Barça çekişmesinin ilk siyasi kıvılcımlarından biri oldu...
Franko diktatörlüğü boyunca 14 İspanya Ligi şampiyonluğu kazanan Real Madrid altın yıllarını yaşarken, Barcelona 13 yıl üst üste Lig Kupasından uzak kaldı…
1943’te Real Madrid’in 11-1 kazandığı ve Katalanların şike sebebiyle yarıda bırakmak istedikleri tarihi maça General Franco’nun müdahil olması, Real Madrid’e “Franco’nun takımı” yakıştırmasını getiren önemli olayların başında gelir…



Zira Katalonya’da muhalif olmanın, Franco ve kral karşıtı olmanın futboldaki yansımasıdır Barcelona’ya üye olmak, kulüpte spor yapmak ya da Barça’yı tutmak…
Katalonya’nın Başkent Madrid’den ayrışmasında temel simgelerden biri olan Barça, kulüp politikası olarak bunu da altyapısına ve Katalan gençlere yaslanarak gösteriyor… Son 10 yılda dünya futbolunu altüst eden Barcelona ve İspanya milli takımının temelini oluşturan Xavi Hernandez, Carles Puyol, Victor Valdes, Gerard Piqe, Sergio Busqeus ve Cecs Fabregas gibi yıldızlar hem Katalan kökenli ve hem de dünyaca ünlü La Masya altyapısının ürünlerinden bazıları…
1950 ve 60’lı yıllarda dünyanın en büyük yıldızlarından olan Arjantinli Alfredo di Stefano’nun Barcelona ile anlaşmışken son anda Real Madrid’e gitmesiyle başlayan süreç, Barça’dan Madrid’e transfer olmanın affedilmez bir günah olmasına kadar gitmiştir…
Bunun en iyi örneklerinden biri Portekizli Luis Figo’nun Real’e transfer olmasıydı. Ezeli rakiplerine gitmesini asla affetmedikleri ve hain olarak gördükleri Luis Figo, Real formasıyla Nou Camp’a geldiği ilk maçta sahaya atılan kesik domuz kafası, Barçalıların nefretinin en keskin göstergesiydi.



Bir asrı aşkın bir süredir varlığını sürdüren Katalonya Milli takımının da temellerini oluşturan yine Barça’dır… Her ne kadar UEFA ve FIFA tarafından tanınmasa da Katalonya milli takımı bugüne kadar 200’ü aşkın dostluk maçına çıktı. Barça’nın kalecisi Victor Valdez’in kaptanlığını yaptığı milli takımın teknik direktörü ise dünya futbolunun gelmiş geçmiş en büyük yıldızlarından, Barcelona efsanesinin yaratıcılarından Hollandalı Johan Cruyff…

Bağımsızlık seslerinin giderek yükseldiği günümüzde El Clasico’nun geleceği de tartışma konusu oldu. Acaba Katalonya’nın olası bağımsızlığında Barça - Real rekabeti sona mı erecek? Barcelona Kulüp başkanı Sandro Rosell bu konudaki tartışmalara, en azından şimdilik, noktayı koydu ve Katalan ekibin İspanya Birinci Ligi La Liga’da yer almaya devam edeceğini açıkladı.
Sadece Basklı oyuncuların oynayabildiği Atletic Bilbao takımından farklı olarak, bu yönde bir sınırlama yok Barça’da… Buna karşın takım kaptanları Puyol ve Xavi, Katalonya bayrağını pazubantlarında taşımaya devam ediyor.

*TRT Türk’teki Kıta Raporu Programında yayınlanan dosya haberin metni

Mourinho’nun El Clasico ile imtihanı*



Real Madrid’in başında 2. sezonunu geçiren Portekizli teknik adam Jose Mourinho, Şubat sonuna kadar 10 tane El Clasico’ya çıktı… Ve Real Madrid bunlardan sadece birini, Kral Kupası finalini kazandı. Futbol tarihinin en başarılı teknik adamlarından biri, belki de ilki olan Mourinho için bu tam anlamıyla kabus gibi bir tablo. Her geçen gün dünyanın gelmiş geçmiş en iyi takımı olduğu konusunda kimsenin şüphesi kalmayan Barcelona karşısında Mourinho’nun Real Madrid’i ne yaptı, ne yapmaya çalıştı, ne kadarını başarabildi ya da ne yapabilirdi… Barcelona oynadığı her maçta futbolseverlere, futbol üzerine kafa yoranlara yeni bir şeyler sergilemektedir. Bir takım daha ne kadar iyi olabilir ki! “Başka bir dünyanın futbolunu oynuyor” denen bu takımın daha neler yapacağını, daha nasıl bir futbol oynayacağını bu oyunun tutkunu olan herkes gibi ben de pür dikkat görmek, izlemek, şaşırmak, keyif almak için bekliyorum. Ama bu yazıda asıl ele alacağım ve tartışmak istediğim, Barcelona karşısındaki Mourinho ve onun Real Madrid’i...

Dünya futbolunun en büyük rekabetlerinden olan Real Madrid – Barcelona maçları, aynı zamanda futbol üzerine biraz daha kafa yormamız için harika bir fırsat. Hele bir de Jose Mourinho bu işin içine girdi mi, işin keyfi bir başka oluyor!

Tarih: 29 Kasım 2010 Yer: Nou Camp
Jose Mourinho’nin ilk El Clasico’su…
Barcelona Real Madrid’i 5-0 ile sahadan siliyor ve Portekizli teknik adam kariyerinin belki de en ağır, en “aşağılayıcı” yenilgisini alıyordu…



Bu maç Mourinho’nun Nou Camp çimlerinde yumruğu havada, zafer turu attığı Şampiyonlar Ligi yarı final rövanş maçının yaklaşık 7 ay sonrasında oynandı… Ama Katalanlar “eski tercümanlarının” Inter’in başında ve üstelik de kendi evlerindeki kutlamayla finale yürümesini hiç ama hiç unutmadı, affetmedi.

4 yıldır inşa ettiği Inter’in, 3-1 ve 1-1 ile Barcelona’yı elemesi ve Şampiyonlar Ligi’ni kazanmasının ardından Mourinho tekrar Avrupa’nın zirvesine çıktı. Hemen sonrasında Real Madrid Başkanı Florentino Perez, Barcelona’yı durdurmak için getirebileceği en iyi, belki de tek ismi, Jose Mourinho’yu getirdi takımın başına.
2 kez Şampiyonlar Ligi’ni kazanan, Porto, Chelsea ve Inter ile kendini fazlasıyla kanıtlayan bu sıradışı teknik adam, Portekiz, İngiltere ve İtalya’nın ardından İspanya’daki futbol düzenini değiştirebilecek miydi, ya da ne kadar etki edebilecekti. Ama bu kez karşısında dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbol takımı vardı: Barcelona.

2010 – 2011 sezonuna çok hızlı giren Mourinho’nun yeni kurduğu Real Madrid’i sadece 2 beraberlikle, 13. haftada lider olarak Nou Camp’a geldi. 7 aydır bu günü bekleyen Barcelona, son maçında Almeira’ya 8 atmış, Real Madrid ise Athletic Bilbao’yu 5-1 yenmişti.
Ne olacağını herkes merakla beklerken, Barcelona bir futbol takımının sergileyebileceği en iyi performanslardan birini ortaya koydu ve 5-0 kazandı. Real Madrid sahadan silinmişti… Katalanlar, her zamankinden farklı hırslarıyla, maçı sadece Real Madrid’e karşı değil de sanki Mourinho’ya karşı da oynamış ve kazanmıştı…

Tarihi maçın ardından Pep Guardiola her zamanki mütevazılığıyla, “Bize böyle oynamayı öğreten Johan Cruyff’a teşekkür ediyorum” diyerek, galibiyeti “Barcelona Efsanesi”nin en büyük mimarına armağan etti. Tabii herkes Mourinho’nun ne diyeceğini bekliyordu. Hemen başka bir maça çıkıp kazanmak ve bu maçı unutmak istediklerini söyleyen Mourinho, “Barcelona tamamlanmış bir ürün. Biz ise çok yeni bir takımız” diyerek meslektaşı Guardiola ile benzer bir yere vurgu yaptı.



1979’da tekrar hizmete açılan Barcelona’nın altyapı okulu La Masia, Cruyff’un 1988’de gelişiyle bir futbolcu fabrikasına dönüştü. Son 3 yılda üst üste La Liga şampiyonlukları ve 2 Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu’nda, kadrosundaki 10’un üzerinde alt yapı oyuncusu ile oynayan Barcelona durdurulamaz bir takım haline geldi.
Inter ile Barcelona’yı geçen Mourinho, İspanya’da çok ağır bir yenilgiyle karşılandı. Barcelona maçından sonra Lig’de, Kral Kupası ve Şampiyonlar Ligi’nde çok iyi bir grafik yakalayan Real Madrid, Nisan 2011’e kadar başarılı bir şekilde geldi. Ve sıra futbol tutkunlarının bayram ettiği 18 günde oynan 4 El Clasico’ya geldi. İlk randevuya Lig’in 32. haftasında çıkılırken, Barcelona 8 puanlık avantajını korumak istiyordu. Mourinho’nun gözü ise 4 gün sonraki Kral Kupası’ndaydı… Her Mourinho takımı gibi Real Madrid de çok saldırgan, hızlı, coşkulu ve hiç bıkmadan atak yapan bir ekip olma yolunda ilerlerken, Portekizli, Barcelona karşısında farklı bir tercih yaptı ve stoper Pepe’yi orta sahaya koydu. Alonso - Khedira – Pepe üçlüsünün önünde Di Maria – Ronaldo – Benzema vardı. Her şartta paslaşmayı ve yardımlaşmayı başaran Barcelona’yı agresif ve sert bir oyunla durdurmayı düşünen Mourinho, hızlı ve kısa yoldan atak yapıp gol aradı. Barcelona karşısında oynattığı sert futbolla çok eleştirilen Mourinho, bu 90 dakikada futbol olarak istediğini almış olacak ki sonraki El Clasico’larda bu temelden hareket etti. Topun kontrolünün Barcelona’da olmasını (belki de çaresizce) kabul eden Real Madrid, 1-2 pozisyon dışında rakibini iyi durdurdu ve istediği fırsatları da yakaladı. 51. dakikada Albiol’un atılması ile 10 kişi kalan ve Messi’nin penaltısıyla geriye düşen Real Madrid, özellikle Mesut Özil’in oyuna girmesiyle çok daha iyi futbol oynadı ve Ronaldo ile eşitliği sağladı. Bu 90 dakika Mourinho ve Real Madrid cephesini umutlandırdı.



Sırada Kral Kupası finali vardı. Katalanlar’ın aklı 1 hafta sonra oynanacak Şampiyonlar Ligi yarı finalindeydi. Yine orta sahada Alonso - Khedira – Pepe üçlüsü ve bu üçlüye eklenen Ramos, Carvalho, Arbeloa ve Marcelo’dan oluşan 7’li sert blok vardı. Mourinho’nun Barcelona planı belli olmuştu: 7’li sert savunma, Ronaldo merkezli ileri hattın, hızlı ve doğrudan sonuca giden atakları… 2 taraf da net pozisyonları harcarken, maç uzatmalara gitti. 102’nci dakikada Di Maria’nın muhteşem ortasında Ronaldo golü buldu ve Kral Kupası Real Madrid’in oldu. İki maç da Barcelona’nın üstünlüğünde geçmiş olsa da İspanya’daki ilk kupasını kazanan Mourinho, Katalanlar’ı nasıl durduracağını olmasa da sonuç almayı şimdilik çözmüş gibi göründü.

Sıra geldi Şampiyonlar Ligi yarı finaline ve 3. El Clasico’ya…

Moralli Real Madrid, çift maçları iyi oynayan Mourinho’nun da özgüveniyle Santiago Bernabeu’daki ilk maça çıktı. Taktik yine benzerdi: top rakipteyken sert futbol, top alındığında ise hızlı bir şekilde ve en kestirme yoldan rakip kaleye gitmek. Farklı olarak, Mourinho önceki maçlara oranla biraz daha temkinli bir futbol tercih ederken, Barcelona da bu oyuna ayak uydurdu. Sahadaki sertlik her maç daha da artarken, El Clasico’ların en kötü ve sıkıcı 45 dakikası oynandı. Hemen hemen pozisyonsuz, zevksiz ve adına yakışmayan bir ilk yarı... Mourinho istediğini almış gibiydi ve şimdi 2. yarıda sonuca gitme zamanı gelmişti. Real Madrid öne çıkmaya başlamıştı ki Barcelona maçlarının kritik adamı Pepe, kırmızı kart gördü. Alman hakem Wolfgang Stark, Dani Alves’e sert giren (Alves epey abartmış olsa da sert bir müdahaleydi) Pepe’yi doğrudan kırmızı kartla oyundan atarken, Mourinho bu karara büyük tepki gösterdi ve o da tribüne gönderildi. 10 kişi ile Barcelona’ya 15 dakika direnebilen Real Madrid’de Marcelo’nun ayağının bir an kaymasını iyi değerlendiren Afellay, Messi’ye golü attırdı. Messi ile 1 gol daha bulan Katalanlar 2-0 kazandı ve finalin kapısını açtı. Pepe’nin atılması maçtan sonra uzun süre tartışıldı ve sert açıklamaları nedeniyle Mourinho, UEFA’dan ceza aldı. Nou Camp’taki rövanş, ilk maçın gölgesinde oynanırken mücadele 1-1 bitti ve Barcelona finale yükseldi. En büyük rakibini geçen Barcelona, finalde Manchester United’ı harika bir futbolla 3-1 yendi ve 4. kez Şampiyonlar Ligi Kupası’nı müzesine götürdü.  

İspanya’daki ilk sezonunda Mourinho, Barcelona’dan ağır darbe aldı. Lig’i ve Şampiyonlar Ligi’ni kaybetti, tek tesellisi Kral Kupası oldu.

Bu sezona genel olarak bakacak olursak; Dünyanın en iyi takımı olarak gördüğüm Barcelona mutlak kazanandır hiç şüphesiz. Ama detaylara inecek olursak, Real’in ve Mourinho’nun, en azından bölüm bölüm de olsa Barcelona’yı sarsabilecek tek takım (Mourinho’nun ilk maçtaki Inter’i hariç) olma ihtimalini sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Barcelona’nın sarsıldığı başka bir istisna maç ise geçen yıl Şampiyonlar Ligi çeyrek final ilk Arsenal maçı olmuştu. 19’luk Jack Wilshere’in öncülüğünde Barcelona gibi oynayıp Barcelona’yı 2-1 yenen Wenger’in takımı 2. maçta ayağına kadar gelen fırsatı değerlendiremedi ve elendi.




Yeni sezonda Mourinho, takımını inşa etmeye devam ederken, olgunluk dönemindeki Barcelona futbolunu daha da büyütmeyi, geliştirmeyi sürdürdü. Üstelik Xavi – Iniesta’nın yanına, 2-3 yıldır yoğun bir uğraş sonucunda “küçük kardeş” Fabregas da eklendi. Ezeli rakipler bu kez de İspanya Süper Kupası’nda karşılaştı. Real’in dizilişi ve taktiği bu sefer biraz farklıydı. Real Madrid kendi klasik dizilişiyle denemek istedi. Pepe stopere geçmiş, 2’li orta saha Khedira – Alonso ve onların önünde Di Maria – Mesut Özil - Benzema – Ronaldo dörtlüsü… Kötü hazırlık dönemi geçiren Barcelona karşısında Real Madrid biraz daha iyi göründü bu 2 maçta. El Clasico’larda kötü oynayan Mesut Özil, 2-2 biten ilk maçta gol attı, ilk kez 90 dakika oynadı. Rövanş biraz daha “denk güçlerin mücadelesi”ni andırır gibiydi. Barcelona karşısında pek görünmeyen Christiano Ronaldo gol attı ama son sözü yine Lionel Messi söyledi ve Katalanlar 3-2 ile Süper Kupa’yı kazandı.
Mourinho’lu 8. El Clasico, La Liga’nın 15. haftasındaydı. Portekizli yine aynı taktikle sahaya çıktı. Pepe stoper, Lass – Alonso ikilisi ve önlerinde Di Maria – Mesut Özil - Benzema – Ronaldo dörtlüsü. Daha 1. dakikada Valdes’in hatasını değerlendiren Benzema golü attı. İlk 30 dakika oyunu çok iyi tutan Real Madrid, Barcelona karşısında asla yapmaması gereken bir şey yaptı ve anlık bir dalgınlıkla, her Real Madrid maçına damga vuran 1 numaralı isim, Lionel Messi’yi kaçırdı ve Arjantinli yıldız Alexis’e golü attırdı. İkinci yarıda önce Marcelo kendi kalesine attı ve ardından Fabregas 3-1’e getirdi. Yine kazanan Barcelona oldu.

Yine olmadı, Mourinho ve özellikle Barcelona maçlarında kötü oynayan Christiano Ronaldo’ya ilk kez tepkiler yükselmeye başladı.

Bu yenilgiden sonra Mourinho, 3 maçtır denediği taktikten vazgeçti ve geçen yıl uyguladığı 7’li sert bloğa döndü. 9. El Clasico, Kral Kupası çeyrek finalindeydi. Pepe – Lass – Alonso orta sahası ile futbolunu daha da sertleştiren Real Madrid, bu maçta oyun olarak sanki başarmış gibiydi. Real, Xavi – Iniesta ikilisini ilk defa, tam anlamıyla durdurdu ve Ronaldo ile 1-0 önde geçti. Ama Barça yine bir çözüm buldu, hem de Real’i en güçlü yanından vurdu: kornerde Puyol müthiş yükseldi ve skor 1-1... Buna rağmen oyunu Real Madrid iyi tutarken, o ana kadar sahada pek gözükmeyen Lionel Messi, Abidal’e olağanüstü bir asist yaptı. Yine, yine ve yine kazanan Barcelona oldu. Mourinho her ne denese Barcelona illa bir çözüm buldu, kah takım olarak, kah bireysel olarak Messi ile…




Mourinho için felaket bir tablo: 9 El Clasico ve sadece 1 galibiyet…

Ve nihayet 10. El Clasico…

“Mourinho ne yapabilir” diye düşünürken, Ronaldo, Benzema, Kaka ve Mesut Özil aynı anda 11’de sahaya çıktı. Bunu ilk defa yapıyordu Mourinho… Bu dörtlünün arkasında Xabi Alonso – Lassana Diara, defansta da Ramos – Pepe – Arbeloa – Coentrao hattı vardı. Ve ilk defa Mourinho ve Real Madrid, Barcelona karşısında denk bir takım gibi (hatta üstün bir takım gibi) oynadı. 9 maçta beklenin çok uzağında kalan Mesut Özil, bu maçta tam tersi bir performans sergiledi ve maçın yıldızı oldu. Hele de pek yapmadığı, 35 metreden attığı şut, Mesut’un sahada, El Clasica’da “ben de varım” dediği andı… İlk yarıda iyi oynayan Mesut öncülüğündeki Real, ama 2-0 öne geçen Barça oldu.
Mourinho’nun takımı Ronaldo’suyla, Mesut’uyla, Kaka’sıyla, Alonso’suyla Barcelona karşısında zincirlerini artık kırmıştı. Coşkulu, saldırgan, her atağı golle sonuçlandırmayı hedefleyen Real, Ronaldo ve Benzema ile 2-2 yaptı, 3’ü kaçırdı. Hakem Fernando Teixeira Vitienes’in kötü yönetiminin (penaltı pozisyonu, maçı erken bitirmesi gibi) etkili olduğu maç 2-2 bitti ve Barcelona Kral Kupası’nda yarı finale yükseldi. Ama varsın gitsin elensin, bu maçın kazananı nihayet Mourinho ve Real Madrid olmuştu… Hele de Mourinho’nun, 88’de atılan Sergio Ramos’u taç çizgisinde karşılaması, sarılması ve uzun uzun kulağına bir şeyler anlatması, kaybederken de kazanılabileceğinin fotoğrafıydı…

Sonuç yerine:
Barcelona karşısında farklı taktik ve oyuncular deneyen Mourinho, denemekten vazgeçmeyecekti ve vazgeçmedi de. Sanırım, en azından futbol olarak, (10. El Clasico) Kral Kupası çeyrek final rövanş maçında başardı. Ama Mourinho için bu yeterli olmayacaktır... Henüz sonuç eksik… La Liga’da farklı bir şekilde şampiyonluğa koşan Real Madrid, bakalım bu sezonki Şampiyonlar Ligi’nde muhtemel Barcelona eşleşmesinde neler yapacak. Ve tabii La Liga’nın 34. haftasındaki El Clasico var… Ama şurası kesin ki, Barcelona’ya karşı oynuyorsanız, sadece takım olarak değil, oyuncuların bireysel açıdan yapacakları da hayati derecede önemli bir hale geliyor. Burada özellikle Ronaldo – Mesut Özil ikilisinin, bu son maç hariç, kötü, silik performansı Portekizlinin, oyuncu bağlamında belini büken en önemli konu. Çünkü Barcelona karşısında hata yapamazsınız, mesela ayağınız kayamaz (Marcelo’nun Afellay karşısında olduğu gibi), bir an bile olsa Messi’yi unutamazsınız ve tabii ki yakaladığınız her gol pozisyonu son fırsatınızmış gibi, telafisi yokmuş gibi hareket etmeniz gerekiyor. Hiç kuşku yok, Barcelona dünyanın en iyi takımı... Ama bu takım karşısında, denedikleriyle, yaptıklarıyla ya da yapmaya çalıştıklarıyla Jose Mourinho, futbol zihnimizi açmaya, futbol üzerine yeni soru işaretleri bırakmaya devam ediyor. 

*Ankara Plus Dergisi Mart – 2012 Sayasında yayımlandı

Mevkisini arayan numara: 10*


Değişen, dönüşen futbol düzeninde mevkiiler, oyuncu tipleri ciddi bir şekilde etkilendi. Kimi form değiştirdi, kimi olduğu gibi kaldı, kimi kayboldu… Bunların arasında biri var ki hala ne olacağı, ne yapacağı belli değil: 10 numara. Oyun sistemlerin ve saha dizilişlerinin pek yer bulamadığı, ama teknik adamların yeteneklerinden dolayı da bir türlü vazgeçmek istemediği, artık biraz da ‘baş belası’ olmuş biri… Eskisi neydi, hala var olabilir mi, ya da nasıl bir 10 numara kendine sahada yer bulabilir?

Modern futbolun başlangıcını net bir tarih olarak söylemek zor olsa da, 1970 Dünya Kupası’nın Brezilya’sı ile 1974 ve 1978’in Hollanda’sının oynadığı futbol milat olarak alınabilir. Michael – Cruyff ikilisinin Hollanda – Ajax – Barcelona üçgeninde kâh saha içinden, kâh saha kenarından büyük bir zarafetle inşa ettikleri futbol düzenine “Total Futbol” adı verildi. Total Futbol da modern futbolun gelişim hattında temel oldu. Arigo Sacchi dönemindeki Milan’ın da katkılarıyla modern futbol kendi oyun sistemlerini, futbolcusunu, mevkii tiplerini oturtturdu, geliştirdi… Bu süreçlerle birlikte endüstrileşen futbol dünyası, bu güzel oyunun gidişatında yeni ama despot mu despot belirleyicilerden biri oldu. 2000’ler gelip çatığında ise sanırım futbolda post - modern dönemin ipuçları, sinyalleri çıkmaya başladı. Değişen futbolcu profilleri, mevkii tanımlamaları, saha dizilişleri vs…

Modern Futbol, Total Futbol, Endüstrileşen Futbol nedir ne değildir, ya da “Futbol Nereye!” sorularını başka bir yazının konusu olarak bırakalım şimdilik. Futbol tıpkı dünya gibi, çağ gibi, hayat gibi, biz gibi değişiyor, dönüşüyor, başka bir hal alıyor. Bunlar yaşanırken, futbolcu fiziğinden tutun da, topun sahada kalma süresine, maç sayısından saha dizilişlerine, topun şeklinden kramponların - çimin (bazen de suni çimin) kalitesine, yıldız – yetenekli oyuncu anlayışından mevkilere kadar pek çok futbola dair unsur, tanım da bazen katılaşıyor, bazen buharlaşıyor, bazen dönüşüyor, bazen de kayboluyor… Saha dizilişi ve buna bağlı olarak da mevkiiler bu farklılaşmanın en gözle görünür kanıtları bence… 2 – 8, 2 – 3 - 5, WM, Catenaccio, 4 – 4 – 2, 3 – 5 – 2 derken İbrahim Altınsay’ın da sık sık vurguladığı gibi Cruyff ve arkadaşlarının oynadığı ve oynattığı 4 – 3 – 3’ün türevleri bugünün en revaç sistemleri oldu. 4 – 3 – 3 türevlerini yaratırken, mevkiler de değişmeye başladı.

Futbol değişti, dönüştü, tabii ki mevkiiler de, oyuncular da...

Bir dönemin pek rağbet gören sarkık liberosu tarihe karıştı. Sadece iyi top tutan, kurtaran kaleci değil, aynı zamanda topu iyi oyuna sokan, gerektiğinde de eskinin liberosunun yerini alarak, ceza sahası dışı çıkışları yapan kaleci revaçta. Sadece kaleci için geçerli değil bu durum. Defansın kesici, biraz kazma stoperleri artık hazırlık pasının bir numaralı sorumluları oldu. 4’lü savunmada belki de en önemli değişimi yaşayan mevkii bekler oldu. Önceleri sadece rakip kanat adamını tutması ve yerinde ters kademeye girmesi yeterli bulunan bekler, artık en fazla asist yapanlar arasına girdi. Eskiden rakip sol – sağ açıkların başından ayrılmayan bekler, artık yüksek tempolu ve dayanıklı olmanın yanı sıra iyi top kullanan, haleflerinin aksine de orta sahanın çok ötesine geçen, rakip ceza sahasında gol hazırlayan, gol arayan oyunculara dönüştü. Eskinin 6 ve 8 numarası yine çok çalışkan. Tanıl Bora’nın “getir götür işlerine bakan” dediği futbolcu tipi yeni sistemin temeli oldu. Gerek geri dörtlünün önünde tek çapa gibi, gerek ikili göbek formülüyle çift yönlü orta saha oyuncusu modern futbolun tartışmasız en önemli ürünü. Carlos Dunga, Jose Maria Bakero’nun atası olarak kabul edebileceğimiz bu orta saha tipinin en üst seviye isimleri olarak Xavi, İniesta, Lampart, Fabregas gibilerini sayabiliriz. Yeni dönemde özelliklerini belki de en çok koruyan forvetler, golcüler oldu. Gol atanın özelliklerini değiştirmek ne Modern Futbol, ne de Endüstriyel Futbol’un harcı oldu. Gerd Müller, Van Basten, Romario, Ronaldo, Batistuta, Vieri, Eto’o, İbrahimoviç, Drogba, Falcao gibi pek çok ismi saydığımızda farklı dönemlerde oynamış olsalar da şunu görüyoruz ki, bu golcüler sistemin değil, kendi yeteneklerinin sonuçlarıdırlar. Daha güçlü, daha dayanıklı, daha çok koşan olabilirler ama Batistuta ile Falcao, Gerd Müller ile Romario arasında çok da büyük mental fark yok. Golcü golcüdür, dönem, sistem ona pek dokunamadı şimdilik. Kenar hücum adamları da nispeten kendini korurken, solda da sağda da oynayabilen, içeriye girebilen, arkasındaki beke alan açan özelliklerini yapısına eklemiş oldu. Şu ana kadar saydığım mevkiiler, oyuncu tipleri değişti, dönüştü ya da olduğu gibi kaldı ama bir şekilde varlığını sürdürdü.



İşte bu sistemin kimlik bunalımı yaşattığı, nerede duracağını, nereye koyacağını kestiremediği, ama bir türlü vazgeçemediği ve hala aradığı biri var: 10 numara

Pele ve özellikle Maradona’yla yıldız oyuncunun numarası haline gelen 10 numara, forvet arkası, serbest oyuncu modeli Modern Futbol’un bu olgunlaşma döneminde kendine hala yer aramaya devam ediyor. Solakların ağırlıkta olduğu bu janjanlı mevkii ve formanın, Zinedine Zidane, Rui Costa, Roberto Baggio gibi sağ ayaklılar da hakkını fazlasıyla verdi. Artan tempo, ikili mücadele ve sertlik, çift oyun beklentisi (belki de zorunluluğu) bu tarz oyunculara ve onları oynatan teknik direktör ve takımlarına ciddi sıkıntı olmaya başladı. İkinci forvetten feragat edip, tek forvet yanı, arkasında onun açıklarını kapatacak en az 2 güçlü, koşan oyuncu oynatma gibi çareler köklü ve sistemsel olmaktan çok, anlık ya da çözümsüzlükten bulunan ama derde uzun vadeli deva olmayan yöntemler oldu. 1996 – 2001 sürecindeki Galatasaray’da Hakan Şükür, Emre, Suat, Okan, Hasan arasında kollanıp korunan Hagi, çok benzerini 7 yıldır yaşayan Fenerbahçe ve Alex de Souza, “Şifo Mehmet – Sergen Yalçın yan yana oynar mı?” soruları, süreçleri, durumları hep bu sorunun tezahürleridir. Böyle olunca vazgeçilmesi zor yeteneklere sahip bu ‘baş belası’ oyuncular, Avrupa’da ve özellikle futbolun geldiği en üst seviye olan Şampiyonlar Ligi’nde kendilerine yer bulmakta zorlandı. Ya temposunu, gücünü, dayanıklılığını arttırdı (ki bu kez de yeteneklerinden bekleneni verdikleri söylenemez) ve 10 numaralıklıktan, 8’e hatta 6’ya evirildi. Zidane, Rui Costa ve Roberto Baggio gibi dünya yıldızları dışında ‘namusu’ elden bırakmadan bunu başaran çok az oyuncu oldu. Bence mevkide bir sorun yok, hatta hala ihtiyaç var.



Buradaki soru ve sorun 10 numarayı bu tip oyuncuyla mı doldurmak gerekiyor?

Türkiye’deki durumu Alex, Florin Cernat, Adrian Mierzejewski ve Sezer Öztürk örneklerinde biraz aşağıda tartışalım. Ama önce şu dönemde dünyada neler oluyor, bizim 10 numaranın vaziyeti ne, ona bakalım kısaca. Muhtemelen sabırsızlık edip “Ee Messi 10 numara değil mi?” diyenlere Messi, olağanüstü yetenekleriyle gelmiş geçmiş en büyük futbolculardan biri olabilir, ama sol ayağına ve sırtındaki formaya aldanmadan, hemen şunu söylemeliyim ki; Messi bir forvet, bir golcüdür bana göre. Aynen bir - iki seviye altındaki Alex de Souza gibi, Gheorghe Hagi gibi. Zidane – Rui Costa – Sergen Yalçın gibiler anlatmaya çalıştığım oyuncu profiline daha uyuyor, hatta zorlasak Xavi, Iniesta, Fabregas, Gerrard daha fazla 10 numara gibi geliyor düşününce.



Başka türlü bir futbol, başka türlü bir 10 numara!

Orta saha ve forvet arasında, ama orta saha özelliklerini oyun karakterine daha fazla sinmiştir benim anladığım 10 numaranın. 10 numara orijinli oyuncuların dolduramadığı bu pozisyona benim en büyüt adayım Cristiano Ronaldo. İlginç gelebilir, fundamental özellikleri hiç andırmasa da, forvet arkasında, kenarlarda aldığı toplar, yaptığı şut ve çalım tercihlerine baktığımızda sanki orayı en iyi dolduran isim gibi geliyor. Türkiye’ye bakarsak, hali hazırdaki örneklerle bizim 10 numaranın hallerini daha yakından görebiliriz. Hemen başta söyleyeyim, Alex davayı satmıştır! Üstün oyun zekası ve müthiş sol ayağı ile kendini forvetin oralara atan Alex, yine de attığı goller ve yaptığı asistlerle fazlasıyla hak ederek, Türk futbol tarihinin şimdiden en başarılı isimlerinden biri oldu.
Yeter mi bilmem ama ‘3 nefer’ 10 numaralıktan ödün vermiyor gibi görünüyor şimdilik. Karabükspor’un Romen kaptanı Florin Cernat, Fenerbahçeli (Eskişehirspor’daki performansı referans alınarak) Sezer Öztürk ve Trabzonspor’un yeni Polonyalısı Adrian Mierzejewski Türkiye futbolu ve Ligi seviyesinde olsa da tam anlamıyla hala bir 10 numara olarak var olmaya devam ediyorlar. ‘Dayanın yiğitler!’ diyesi geliyor insanın. Ama öte yandan başka biri bir şeyler yapacak gibi, hem de sessiz ve sedasız… Mesut Özil’den bahsediyorum. Zidane ile kıyaslanmaya başlayan Mesut Özil, olağanüstü başarılı bir sadelikle, asaletle 10’un çoktan kaybedilmiş pek çok cephesini tek tek geri almaya başladı sanki. Eskisi gibi olmayan, ama her halinden onu atası olarak gören bir 10 numara hala mümkün mü? Yine yetenekli, yine solak ya da en azından solak karakterinde olsun isterim... Yine ayağına top çok yakışan, ama topu ayağında daha az tutan, buna karşın çok daha fazla topla buluşan bir 10 numara… Daha güçlü, daha tempolu, daha çok ikili mücadeleye giren (karizmayı çizdirmeden tabii). Başka bir futbol mümkün mü, bizim 10 numara yaşar mı? ‘Güzel bakan, güzel görür!’ ve ‘Umut fakirin ekmeğidir!’ sözlerinden de cesaret alarak, Mesut Özil, hala mümkün olabileceğinin ümidini veriyor.

*Ankara Plus Dergisi’nin Kasım - 2011 Sayısında yayımlandı

Portekiz’in altın jenerasyonunun altın isimlerinden biri: Luis Figo*


Luis Figo
Eusébio sonrası, Cristiano Ronaldo öncesi Portekiz’in en büyük yıldızı!

1960’lı yıllara damgasını vuran Portekiz futbolu, Eusébio sonrası aradığı yıldızlarını anca yüzyılın son yıllarında dünya sahnesine sundu. Porto, Benfia, Sporting Lizbon gibi Portekiz’in lokomotif takımlarından çıkan genç yetenekler kısa bir sürede Avrupa’nın dev kulüplerinde yıldızlaşmaya başladı. U-16’da Avrupa ve U-21’de de Dünya Şampiyonu olan Rui Costa, Victor Baia, Jorge Costa, Joao Pinto, Fernando Couto gibi yıldızların Luis Figo önderliğindeki altın jenerasyon, Portekiz ve Avrupa futboluna gelen yeni bir kuşağın habercisiydi. Bu jenerasyon A Takımlar seviyesinde, Portekiz’deki EURO 2004 Finali dışında, gençlerde yakaladığı başarıya ulaşamasa da bu kadronun lideri Luis Figo, 10 yılı aşkın bir süre Avrupa futboluna damgasını vurdu.

Çelimsiz ve güçsüz fiziğinin toparlanmasıyla Sporting’de kendini gösteren Figo, 1995 yılında, 23 yaşında Barcelona’ya transfer oldu. Katalan taraftarların sevgilisi haline gelen Figo, 5 sezonda 2 La Liga, 2 Kral Kupası, 1 Kupa Galipleri ve 1 Süper Kupa zaferi yaşadı. Barcelona formasıyla 172 maçta 30 gol atan yıldız futbolcu, 2000 yazında Katalan taraftarlarına asla unutamayacakları bir hayal kırıklığı yaşattı.

Garrincha’dan beri en ilginç adam geçme şekline sahip futbolcu!

Florentino Perez’in Zidane’lı, Beckham’lı, Ronaldolu, Roberto Carlos’lu Los Galacticos’una giden Figo, Barcelona taraftarlarının tarihindeki en nefret ettiği futbolcu haline geldi. 2002 yılında Figo, çok ilginç bir protestoya birine maruz kaldı. Nou Camp’taki lig maçında Katalan taraftarlar Portekizli yıldıza kesik domuz kafası attı. Bu nefret Figo’nun 5 yıllık Real Madrid sürecinde de hiç dinmedi. Ama bunlar Figo’nun yükselişini engellemedi.




Los Galacticos ile 2 La Liga, 2 İspanya Süper Kupası, 1 Şampiyonlar Ligi, 1 Süper Kupa ve 1 Kıtalararası Kupa şampiyonluğu kazanan Figo, 2000’de Avrupa’da ve 2001 yılında da Dünya’da Yılın Futbolcusu seçildi. 33 yaşında İtalyan devi Inter’e transfer olan Figo, burada da 4 Seri A şampiyonluğu ve 3 İtalya Süper Kupası kazandı. Portekiz’de finalde kaybedilen EURO 2004 dışında Milli takım ile istediklerini yapamasa da Figo, müthiş başarılarla dolu kariyerini 2009 yılında noktaladı.

Figo, Armando Diego Maradona sonrası, Zidane, Ronaldo (Brezilyalı olan) gibi isimlerle birlikte döneminin en büyük yıldızlardan biri olarak kabul gördü. Hafif kambur koşuşu, topu ayağından hiç açmaması, ani duruş ve hızlanmasında beceri, çabukluk, önce vücudunu öne atıp ardından adım atarak Garrincha’dan beri belki de en ilginç adam geçme şekline sahip Figo, gelmiş geçmiş en büyük yıldızlardan biri olarak rahatlıkla sayabiliriz.

*Ankara Plus Dergisi – Kasım 2011 Sayısında yayımlandı

Arda Turan Atletico Madrid'de...*



Türk futbolunun son yıllardaki en büyük yıldızı: Arda Turan

“9 kere çalıma girip kaptırsam da, 10’uncu kez tekrar çalıma girerim. Bu benim en önemli özelliğim.”

             9 ağustos 2006’da Galatasaray, Şampiyonlar Ligi 3. ön eleme turu ilk maçında, Çek Mlade Boleslav takımını 5-2 yenerken Türkiye yeni bir yıldız adayı ile tanıştı: Arda Turan.
2 gol atan Arda, yarım sezonluk Manisaspor deneyiminden sonra Eric Gerets tarafından Galatasaray’a tekrar alınmış ve genç oyuncunun yükselişi başlamıştı. UEFA zaferi sonrası bir türlü toparlanamayan Galatasaray’da Arda, çok kısa bir sürede yeni umut, yeni lider adayı olarak kendini kabul ettirdi. Mlade Boleslav maçının ardından daha 3 yıl geçmeden, 10 temmuz 2009’da Arda Turan Galatasaray’ın yeni kaptanı oldu. Apar topar, yangından mal kaçırırmış gibi bu ağır sorumluluk verilen Arda’ya, Gheorghe Hagi sonrası bir türlü sahibi bulunamayan 10 numaralı forma da takdim edildi. Takımı Arda üzerine kurmaya çalışan Adnan Polat yönetimi, Sabri Sarıoğlu’na bile (Sabri 1984 doğumlu, Arda 1987 doğumlu) “abi” diyen bir oyuncu için sıkıntılı süreç başladı. Sportif anlamda tarihinin en kötü dönemlerini yaşayan Galatasaray’da Arda’dan beklentiler kat ve kat arttı. 

Ukalalık sınırlarını zorlayan bir özgüven! Sevimlilik ile antipatiklik arasında gidip gelen bir gülümseme, kahkaha!



Özel hayatı, çekinmeden yaptığı meydan okurcasına açıklamalar, sakatlıkları Arda’yı medyanın bir numaralı hedefi haline getirmeye yetti ve arttı bile. EURO 2008’den sonra Arda için durgunluk dönemi başladı. Kişisel performansı zaman zaman yükselse de devamlılığı bir türlü yakalayamadı. Geçen sene başında İspanya’nın Atletico Madrid kulübü genç oyuncuyu istedi ama sonuç alamadı. Adnan Polat yönetiminin değişmesiyle Fatih Terim’in takımın başına gelmesi, Arda’nın Galatasaray’da kalacağı tahminlerini arttırdı. Ama, Arda’nın kararı bu yönde olmadı ve Mesut Özil’den sonra bir Türk futbolcu için ödenen en büyük ücretle Madrid yolunu tuttu. 12 milyon Avro bonservis bedeliyle Atletico Madrid’e transfer olan Arda, belki de Avrupa için son birkaç fırsatından birini değerlendirmiş oldu. 24 yaşında ve doğru zamanda Avrupa’ya giden Arda, kendisine uygun bir takımı seçti. Avrupa’nın en önemli başaltı takımlarından biri olan Atletico Madrid, Manchester City’ye transfer olan Arjantinli yıldız Sergio Aguero’un yerine yeni lideri olarak Arda Turan’ı görüyor. Bu hem Arda için, hem Türk futbolu için önemli bir deneyim olacak. Şu ana kadar büyük yıldız olarak görülen Türk futbolcuları (Tanju Çolak, Rıdvan Dilmen, Sergen Yalçın, Hakan Şükür, Hasan Şaş, Rüştü Reçber, Emre Belözoğlu, Tuncay Şanlı vs.) ya Avrupa’ya gidemedi ya da gidip tutunamadı. Arda’nın süreci Türk futbolu açısından iyi bir ayna, iyi bir örnek durumda olacaktır. 


Arda Turan, Galatasaray’ın kaybolan 87-88 doğumlu altın jenerasyonundan olabilen tek büyük yıldızı. O kadrodan bazı isimler şöyle: Cafercan Aksu, Mehmet Güven, Uğur Uçar, Aydın Yılmaz, Ferhat Torun, Özgürcan Özcan, Mülayim Erdem, Erhan Şentürk, Semih Erdem, Efecan Karaca, Anıl Karaer, Alparslan Erdem, Uğur Akdemir...


AVANTAJLARI:
Oyun görüşü ve zekası. Müthiş özgüveni. En kötü koşullarda bile sorumluluktan kaçmaması. EURO 2008’de İsviçre ile oynanan grup maçında, her şey kötü giderken topu ısrarla ayağında tutarak Türkiye’nin maça ve turnuvaya tutunmasını sağladı. Final paslarındaki başarısı. İki kenar ve forvet arkasında oynayabiliyor olması. Şehreminli Lisesi ve Manisaspor’da çizgi ve sağ bek olmak üzere farklı mevkilerde oynamış olması oyun görüşünde ciddi katkılar sağladı. Fiziği iyi durumda olduğunda hiç beklenmedik derece iyi defans yapmayı bilmesi.



DEZAVANTAJLARI:
Yetersiz vücut ergonomisi. Devamlılık eksiği. Oynadığı mevki ve çizdiği yıldız profiline göre şut özelliği yetersiz. Ayrıca duran topları kullanmada vasat.  Fazla sakatlık yaşaması ve geçirdiği sakatlıkların kendini tekrar edebilecek sakatlıklar olması önemli handikap. Özellikle Türkiye koşullarında büyük yıldız olmanın ağırlığında zaman zaman ezilmesi. İspanya medyası ilk başlarda olmasa da zamanla kendisini rahat bırakmayacaktır. Gözü ve kulağı Türkiye’de olacağı için de bunaldığı Türk medyası onu yine bulur.  



Hasan Şaş mı, Arda Turan mı?
Mevkileri, çizgiyi kullanma biçimleri, oyun alanları ve saha içi tercihlerinin benzerliği bu kıyaslamanın temel nedenidir. Şu an için iki isim arasında çıkan en önemli fark, kariyer planlamasındaki tercihler. Özellikle 2000 – 2003 yılları arasında kariyerin en iyi yıllarını geçirirken Hasan Şaş, kendisini ısrarla isteyen Inter ve Liverpool gibi Avrupa kulüplerine gitmedi, Galatasaray’da kaldı. Arda ise 24 yaşında ve belki en fazla 1 yıllık bir ertelemeyle Atletico Madrid gibi Avrupa’nın en önemli başaltı takımlarından birine transfer oldu. Hasan Şaş, bel kıvraklığı, çevikliği ve çabukluğundan kaynaklı müthiş hızlanma ve durabilme özelliğine sahipti. Bununla paralel, Arda kısa bacakları ve topu hiç ayağından açmadan tutmasının avantajıyla sol çizgideki etkinlikleri iki oyuncuda da birbirine çok benzer ve yakın. Ama son paslardaki estetik, topun hassasiyeti ve pasın kalitesine baktığımızda Hasan Şaş’ın bir tık, bir seviye üstte olduğunu söyleyebiliriz. Hasan’ın attığı pası, ağır çekimde izlediğimizde topun dönme şekliyle, Arda’nın pası ya da ortasındaki topun gidiş, dönüş hali gözümüzün önüne geldiğinde tespit daha iyi anlaşılır. Yine Hasan’ın devamlılığı, fizik kalitesi ile (Mircea Lucescu faktörü) Arda’dan üstün olduğunu söyleyebiliriz. İkisi arasındaki benzer bir nokta da, Arda’nın Hasan abisi gibi sahada sık sık sakinliğini kaybedip, bol bol kart görmesi. Özet olarak söylemek gerekirse, Hasan Şaş daha iyi bir oyuncuydu, ama Arda Turan daha büyük bir futbolcu oldu, oluyor!



Hayıflanma niyetiyle bir kıyaslama: Sergen Yalçın – Arda Turan!
Not: Bu değerlendirmenin temelinde yatan sebebi hikmeti “Sergen’e çok yazık oldu... Evet, doğru, yazık oldu, ama arkadaş Türkiye’deki futbol dünyası da Sergen’e çok yazık etmedi mi?” duygu halidir.
Arda sahada rakip oyuncuya kafa attı, Fenerbahçe maçı öncesi Cristian Baroni’yi kovaladı adeta. Yine Fenerbahçe maçında Semih Şentürk ile saha ortasında yumruklaştı. Basın tribününe Emre abisi kadar olmasa da el kol mesajları gönderdi. Medya ile girdiği gergin ilişkide zaman zaman çok sertleşti, duygusallaştı, gözleri doldu. Özel hayatıyla hep gündemde oldu. Sakatlıkları çok eleştirildi, tartışıldı. Sergen Yalçın, tüm kariyeri boyunca emin olun bunun yarısını bile yapmadı. Özel hayatı, at yarışlarına düşkünlüğü, kendine iyi bakmamasıyla hep eleştirildi Sergen. Haklılık payı var tabi ki bu eleştirilerin... Ama Sergen’in naif, doğal ve kendince halini o dönemde yöneticiler ve medya daha iyi anlayabilirdi. Arda’nın 24 yaşına kadar olumsuz anlamda yaptıkları şimdiden bile onu çoktan geçti. Ama Türkiye çok hızlı değişen bir ülke. O gün bir çırpıda Sergen’i silen yönetici profili ve medya, Arda’ya epey yüklenmiş olsa da, nihayetinde bunu yapmadı veya yapamadı, ki bu gerçekten olumlu bir gelişme. Yıldız dediğiniz futbolcuya herkesle aynı muameleyi yapamazsınız. Sahada, saha dışında farklı bir misyon yüklediğiniz biri, doğal olarak farklı bir değeri de hak ediyor! Bu değerlendirme doğruluktan, olması gerekenden çok, durumun ve pratiğin böyle olduğu iddiasındandır. Sergen ve Arda arasında yetenek kıyaslamasının çok yerinde olmadığını söyleyebiliriz. Sergen, belki de Türk futbolunun gördüğü en büyük yetenek. Eğer bu ülkede doğru bir yıldız futbolcu yönetimi olabilseydi, Sergen Yalçın, Zinedine Zidane, Rui Costa, Del Piero, Steven Gerrard ve Eric Cantona gibilerinin hemen arkasında, belki de yanında olacaktı. Oyun görüşü ve zekası, top tekniği, inanılmaz sol ayağı ve fizik kapasitesi gibi özellikleri düşünüldüğünde Sergen, kesinlikle bir dünya yıldızı olma potansiyelini tam anlamıyla taşıyordu.

*Ankara PLUS Dergisi Eylül – 2011 Sayısında yayımlandı